30 Kasım 2012 Cuma

Luther


                                 Luther, Luher, Luther... "You clever bastard..."

İngilizlerin zeki mi zeki, yakışıklı mı yakışıklı ve nice sıfatların ajanı John Luther ile tanışın.. Gerçi şu anda siz okurların bir çoğu çoktan tanışmışsınızdır bu sevilesi insanla. Ama tanımayanınız varsa hala benden size bir acil uyarı yazısı olsun bu.. Hem de en acilinden..

Şimdi soruyorsunuz; "Neden tanışalım, ne ayrıcalığı var bu ajanın da onca izlenecek dizi ve film varken bu diziyi izleyelim. Hele ki elimizi nereye atsak orada polisiye dizisi varken neden bu?" diye değil mi ? Ee işte ben burada devreye giriyor ve sizlere bu soruların cevaplarını veriyorum teker teker..

Neden Luther? 

Çünkü Luther daha önce izlediğiniz hiçbir polisiye dizisine benzemiyor. CSI' ın bütün şehirleri olsun. Law and Order olsun ne bilim başka ne var gelmedi aklıma şimdi ama benzemiyor işte onlara. Her bölüm karşınıza çıkan bu "katil" sınıfına giren psikopatlar öyle farklı işleniyor ki öykü içinde şaşıp kalmamak elde değil. Başta bakıyorsun her şey çözülmüş katil bulunmuş, belli kim olduğu ama gidişat öyle bildiğimiz gibi onu kodese yollamakla sonuçlanmıyor. Dallanıp budaklanıyor. Diziyle ilgili nasıl bir bilgi versem diziyi katledecekmişim gibi geliyor o yüzden bu kadarını bilin yeter.

Çünkü Luther rolünde izlediğimiz insan.. hımm nasıl bir sıfat koysam bilemedim cidden. Idris Elba öyle bir oynuyor ki diyorsunuz ki "abi sen daha önce nerelerdeydin?".. Mimikleriyle, konuşmasıyla, çaresizliğe düştüğü zaman "ben polisim evet ama insanım be." tavırlarıyla oyununu göklere çıkarıyor..

Çünkü Luther da bir Alice var. Alice Morgan var. Hakkında kesinlikle ama kesinlikle itinayla hiçbir bilgi edinmenizi istemediğim, onu sadece izleyerek, olaylara şahit olarak tanımanızı istediğim bir karakter. Dizi dünyasında kesinlikle en özel karakterler içerisine  girmesi gerektiğini düşündüğüm bir karakter.. Bu nadide karakteri analar ne yavrular doğuruyor kardeşim dedirtecek bir güzelliğe sahip ve güzelliği kadar oyunculuğuyla da göz dolduran Ruth Wilson canlandırıyor. Hakkında bu kadar konuştuğum bir karakteri siz de tanımak istemez misiniz?

Ne ayrıcalığı var?

Yakalanacak olan o katillerin profilleri, onları yakalama şekilleri her şeyi farklı bu dizinin. Senaryo, kurgu, çekimler çok iyi. Müzikler ise enfes.. Enfes.. Çalan şarkılar sanki olayların içine iyice girmeniz için ayarlanmış. Sözleriyle ve müziğiyle tam oturan cinsten..

Hep dert etmiyor musunuz! Bir sezon içerisinde çok bölüm var. 22,23 bölüm izleyebilecek vaktim de sabrım da yok diye. Buyurun o zaman tam sizlik bir dizi. İki sezonuyla toplam 10 bölüm. Tabii ki bu durum her ne kadar beni üzse de sizin hoşunuza gidecektir belki. İngilizlerin bu 4-6 bölümlük sezon anlayışlarından bir an önce vazgeçmeleri dileğiyle..


Sorulara göre bişeyler anlattım, birkaç daha ekleme yapıp toparlayayım. Luther, 2010 yılında BBC One kanalında yayınlanmaya başlamış bir İngiliz dizisi. Birinci sezon 4, ikinci sezon 6 bölüm yayınlanan 3. sezonun 2013 te gelmesi planlanan, bir saatlik süresinin su gibi aktığı bir ajan dizisi. Ajan dizisi demek belki de yanlış. Çünkü sadece Luther yok dizide. DS Ripley var, iki sezondur John' un belki de en iyi dostu. Ekipte olan birçok kişi daha. Aslında 2. sezonda tamamen değişen kadro biraz beni sinir etmedi değil hani. Aniden kayboluşları hiç hoşuma gitmedi. Ama 2. sezonu öyle bir bağladılar ki o kusur aklımdan puff diye uçup gitti. Her bölüm farklı bir konu, farklı bir psikopatı yakalama işi gibi gözükse de olaylar birbirine bağlantılı. Luther' ın hayatı her şeyle bağlantılı.. Konusu hakkında hiçbir bilgi vermemeye kararlıyım. Çünkü biliyorum ki birkaç bilgiyle bu dizinin tüm sürprizi kaçacak. O yüzden benim yazmadığım gibi siz de başka hiçbir yerde okumayın.

1.sezon finalinde ciddi ciddi tansiyonumun düştüğünü belirtmek ister. Kalp rahatsızlığı ve hamile olanlara böyle bir riski teşkil ettiği için diziyi izlememelerini öneririm.. Geri kalanlar ise bu zeki herifi bu zamana kadar tanımadığınız için çok şey kaybediyorsunuz der, elinizi çabuk tutmanızı öneririm. Luther izleyen o azınlık içerisinde siz de olabilirsiniz.. 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Kabare

                                

İBB Şehir Tiyatroları'nın 2008- 2009 sezonu' nun Mart ayında ilk kez perdelerini seyircisine açan "Kabare" orijinal ismiyle "Cabaret".. 3 sezondur kapalı gişe oynanan müzikal; 1966 senesinde Broadway' de sahnelendikten sonra 1972 senesinde aynı isimle beyazperdeye aktarılmış. Sekiz adet Oscar heykelciğini kucaklayan film 2007 yılında Amerikan Film Ensititüsü tarafından hazırlanan "Tüm zamanların en iyi filmleri" listesinde 63. sırada gösterilmiş.

1931 yılı Almanya'sında bir kulüp. Kulübün gözde kızı Sally.. Amerika'dan Berlin'e yeni romanını yazmak için gelen yazar Clifford.. İkilinin yolları bir şekilde kesişir ve beraber yaşamaya başlarlar. Nazilerin yükselişe geçtiği bu dönem içerisinde Sally-Clifford ikilisi ve arkadaşları savaş, siyaset gibi hayatın "sıkıcı" konularına bulaşmadan gülüp eğlenerek günlerini geçirirler. Lakin bu uzun sürmez. Hitler rejimi iyiden iyiye şehri ve ülkeyi ele geçirmeye başladıkça hayatın o "eğlence" kısmında pek bir eser kalmaz..

2 saat 40 dakikalık müzikal iki perde halinde sahneleniyor. Sahnenin hemen arkasında orkestraya çok güzel bir yer ayrılmış. Canlı, birebir çalan her tınıyı duymak ve çalan her müzisyenin çok başarılı olması müzikalin "iyi" sıfatı almasında büyük bir etken. 

Kulüpteki dansçılar, Nazi yanlıları derken normal oyunlardaki kadrodan biraz daha fazla isim var oyunun kadrosunda. Gözde kız rolünde tanınmış bir isim olan Özge Borak.. Sesinin bu denli iyi olduğunu tahmin etmediğim oyuncu müzikalde de güzel bir iş çıkarıyor. Yazar Can Başak, pansiyon sahibesi Selma Kutluğ oyunculuklarıyla öne çıkan diğer isimler. Ama asıl bahsedilmesi gereken, "Kabare" müzikali denilince akla ilk gelmesi gereken tek bir isim var ki o da Mert Turak.. Kulübün ve kabarenin sunucusu, anlatıcısı Emcee rolünde izlediğimiz Mert Turak.. Hani derler ya sahnede devleşti diye. İşte bu deyim tam da bu adam için kullanılır. Hem de büyük, yaldızlı parlak harflerle.. Daha önce ismini dahi duymadığım bu adam sahneye çıksın da izleyeyim diye oyun sırasında beklediğim, her çıktığı sahnede de kaba tabirle yardıran, final sahnesiyle de zirveye yerleşen, ayakta alkışlanacak oyunculuğuyla müzikalin konuşulması gereken kesinlikle tek ismi.. Size şöyle söyleyeyim. Sadece bu adamı izlemek için bile gidilir bu oyuna, o kadar..

Mert Turak - Özge Borak
Müzikalin benim gözümdeki tek eksiği, ses.. Müzikal olduğu için, canlı müzik olduğu için ses üzerinde ciddi durulması gereken mevzu. Salon öyle çok büyük bir salon olmadığı için sesin de bu kadar yüksek olması sorun yaratmadı değil hani. Bazı yerlerde kulak tırmaladı açıkçası. Onun dışında rahatsız olacak hiçbir durum yoktu benim gözümde..

Hala oynuyor mu pek bir bilgim yok. Eğer ki devam ediyorsa kesinlikle şans vermenizi tavsiye ederim. Şehir tiyatrosu olduğu için de öyle büyük bir paradan bahsetmiyoruz.. Sinema parasına tiyatro diyelim. Bir kerede tiyatroya şans verin.. 3 saattin nasıl geçtiğini anlayamayacağınız bu oyunu görün..

Mert Turak 10- Kabare 8,5

14 Kasım 2012 Çarşamba

Zaman Önemlidir ya..

Leyla ile Mecnun.. İlk izlediğim zaman dün gibi aklımda. Gene nasıl bir senaryo ile uğraşıyordu ise beynim bir türlü uyumama izin vermemişti.  Zorunlu ayaklandım gece 2,3 sularında. O saatte televizyonda ne bulmayı bekliyordu isem artık açmış bulundum bir kere. Kablolu tv olunca ilk kanal genellikle TRT 1 olur ya bizde de aynı durum geçerli. Neyse sağ üst köşede “Yeni Dizi” sağ alt köşede “Leyla ile Mecnun” yazıyordu. Neden izlediğim belliydi. Uykumu getirmesi ve gözlerimi yormasını bekliyordum. Mecnun'un Leyla' yı her baktığı yüzde görmesini, bir perde düğmesi arayışla hikayesi başlayan Mecnunun oradan oraya savrulmasını izliyordum. Bir Türk dizisi için alışık olamayacağımız diyaloglara şahit oluyordum. Arkadan bize gaz vermesi gereken salak saçması gülme efektleri olmadan, "hadi lan" gülün demeden gülebiliyordum izlediğim çoğu sahneye. Hem de bel altı espriler olmadan. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadan “1.Bölüm Sonu” yazısını getirdiğimi hatırlıyorum. İkinci, üçüncü bölüm derken dizi sadece komedi dizisi olmaktan çıkıyor, buna sonra değinirim. Neyse işte o gün bugündür de izliyorum. Seviniyorum o gün bulduğum için bu diziyi. Leyla ile Mecnun' u ilk başladığı zamandan beri izleyenlerden olduğum için, sonradan sadece "dehşet dizi yea, bende izliyorum" demediğim için seviniyorum.

Neyse gelgelelim. "Şahane" birinci sezon, "eh işte" ikinci sezon derken üçüncü sezona geldi dizi. 1. Leyla'yı öldürme durumu olmasa bu dizinin çıtası çok daha farklı yerlere yükselecekti bu aşikâr. Lakin olmuş ile ölmüşe çare yok. Batırdılar mı hayır! Ama 2.sezonun sonlarına doğru ne demeli bilmiyorum ama bir şekilde dizinin eski büyüsü kaybolmaya başlamıştı. Tabii ki bana göre. 3. sezona gene yeni isimler eklendi, değişim rüzgarlarıyla birlikte "bakalım bu sefer nasıl olacak? eski tadı almaya başlayacak mıyız artık? sorularını sordurmaya başlamıştı.. Güzel başladı sezon, birinci sezonun tadını hafiften almaya başlamıştım lakin hala bir şeyler eksik gibiydi. Çünkü Leyla ile Mecnun sadece bir komedi dizisi değildi. Sadece bizi güldürmek için oynamıyorlardı. Sadece Leyla’sına aşık Mecnun izlemiyorduk ki sonuçta. Bu ne aşkı arayan bir dram dizisiydi ne de saçmalıklar üzerine kurulmuş bir komedi dizisi. Yaratıcılık. Evet, bu dizi için kullanılması gereken sıfatlardan biri belki de. Bu yaratıcılığın içine “hayat”ı sokabilmek.. Bu yaratıcılığın içine “gerçeği” koyabilmek.. Bu yaratıcılıkla birlikte “ajitasyon” yapmadan can yakabilmek. Tüm bunları yapabiliyordu işte Leyla ile Mecnun.. Evet gülüyorduk ama bundan da fazlaydı işte. O yüzdendir ki 1.sezondaki tadı istiyordum gene. Ama ümidim pek kalmamıştı artık. Ta ki 72. bölüme kadar. Son iki sezonun en iyi sayılabilecek bir bölümüydü belki de. Güldürdü mü evet, yarıldım ( uppss kaba bir tabir! ) bir kısmında. Cız etti mi lanet olsun ki evet. "İşte bunu istiyor, bunu bekliyordum Burak Aksak" dedim içimden. Birkaç bölümdür kıyamadığım için izlediğim diziye Hoşgeldin dedim yine. Belki de erken davranıyorum, diğer bölümler gene eskisi gibi olmayacak ama olsun. Bunu görmek sevindirdi beni bir kere. Bana bunları yazmaya teşvik etti ya daha ne olsun ki.. Kaldı ki Hoşgeldin dedim ama bu sezon Hoşçakal da demeliyim. Her şeyi tadında bırakmalı. Her şeyi.. Damakta kalmalı o tat. Canımız çektiğinde damağımızı yoklayıp tatmin olmalıyız. Her şeyi hızlı tüketmemeliyiz. Kanırta kanırta, yavaş yavaş.. Acıyı nasıl yaşıyorsak.. Heh aynen öyle işte..

Hoşgeldin Kadınım der gibi, Hoşgeldin Leyla İle Mecnun.. Lütfen çok geç kalmadan da git lütfen.. Zamanı geldiğinde git, git ki yeri geldiğinde seni özleyebileyim..


"Her şeyin ama her şeyin bir zamanı var.Unutmanın da unutulmanın da.. Yaranın kanaması gereken belli bir zaman var kapanmasın gereken de.. Hayatta her lanet olayın olgunun ya da her neyse o haltın her şeyin bir zamanı var. Bu zaman ya çabuk geçecektir ya da hiç geçmeyecektir.” Zamana bırak, gerisi gelecektir inan.” Ne kadar da yanlış bir cümle gibi geliyor biliyor musun?  Zaman hiçbir şeyi düzeltmez.. Sadece her şeyin üzerini kapatır. Her geçen gün birer örtü gibi üzerini örter. Her neyi kapatmak istiyorsan. Ama gene o lanet zaman bir gün çalar kapını. İşte o zaman örttüğün her bir örtü fırtınaya tutulmuşcasına uçuşur aynı anda. Bir bakmışın ki yara olduğu yerde, aynı haliyle durmakta. Kabuk bile bağlamamış. Sadece "zamanını" bekliyormuş tekrar kanamak için.. Al işte kanıyor gene. Ee şimdi hangi cümle kurtaracaktır seni. “Zamana bırak her şey unutulur” da olmadı. Ne demeli peki şimdi? Bence artık bırakmalı. Sadece artık ne halt yiyorsan ye kardeşim demeli.. Aslında zaman koy verme zamanı.. O yüzden koy ver gitsin genç..”

9 Kasım 2012 Cuma

Ah benim salak kuşum!

Salaklığına doymayan, doymadığı içindir ki her daim yalnız kalacak bir kuşun hikayesi..Yanlış yerlere konduğunu bile bile istifini bozmayan, kuvvetle büyük ihtimal akıllanmayarak gene yanlış yerlere konacak olan kuşun hikayesi... Benden kalplerini yanlış dallarda bırakan kuşlara gelsin..

Senin gökyüzünde benim yerim yoktu
Kuru dallarında kanatlarım kırılıp koptu
Senin toprağında benim evim yoktu
Kader aynı sondu yazdığı son hikaye buydu

Yanlış yerde geziyor bu kuş
Bu yüzden yalnız uçuyor bu kuş

Beklediğim biri var o sen değilsin yazık ki anladım 
Bir yudum sevgin var
Neden hep kötü rüyalarla uyandım

6 Kasım 2012 Salı

00,1

Skor 91-91. Kalmış 20 saniye LeBron, atıyor üçlüğü girmiyor. Devreye Dwayne Wade giriyor ki, ne girme.. LeBron eliyle veriyor topu Wade'e. " Al koçum, bundan sonrası senindir." diyerek.. Süre 00,1' i gösterdiğinde ise... İzle de gör. Hele ki sonunda o ikisinin zıplaması yok mu! hastasıyım :) 

3 Kasım 2012 Cumartesi

Uzun Hikaye


Kitapların sinemaya uyarlanmaları sonucu ortaya çıkan filmlerin ne kadar kötü olduklarını şimdiye kadar çok gördük.. Uyarlamalarda genellikle, kitaptan aldığınız hiçbir zevki alamazsınız. Sayfaları çevirdikçe içinize işleyen sevinç, hüzün, acı, intikam neyse o duygu, hissiyat onu hiçbir film size veremez. He kitabı çok sevmemiş, beğenmemiş isem "bakayım filmi nasıl olmuş?" deyip izlerim orası ayrı. Ama okuduğum ve hayatımın en özel köşesine yerleştirdiğim bir kitabın filmi çekiliyorlarsa izlemem, açık ve net.. En iyi yönetmenler, senaristler toplanıp çeksinler izlemem, dedim şimdiye kadar.. Uzun Hikaye' ye kadar.. Çok kararsız kaldım, gösterime girdiği günden bugüne kadar her seferinde gitme dedim. Kafanda oluşturdukların, hissettiklerin sende kalsın. Bozulmasın büyüsü dedim.. Ama baktım ki olmuyor; yorumlar hep iyi yönde, Kenan' ı merak ediyorum nasıl olmuş, Sosyalist Ali' yi nasıl canlandırmış. Sorular, sorular.. Meraka yenik düşüş ve gösterimden kalkacağı günün son seansına dalış.. Zamanlama harika, salonda bir tek ben.. Koca salonda bir ben bir de Sevdaköylü sakinleri.. Kitabı bir kenara koyuyorum o dakikadan sonra, başlıyorum uzun bir süre aklımdan çıkmayacak iki saattin keyfini çıkarmaya...

Kitap hakkında burada iki, üç kelam bişeyler demiştim. Çok sevmiştim Mustafa Kutlu' nun incecik sayfa sayısıyla anlattığı uzun hikayeyi. Ali' nin "iyi" insan tanımını, Ali'nin Münire ile masum, Mustafa ile derin ilişkisini, elalemin hak hukuk kelimelerini ağızlarından düşürmedikleri bir devirde iş icraata geldiğinde etrafta kimsenin kalmadığını, her ne olursa olsun umudu yitirmeden her seferinde yeniden başlayabilmenin sevincini yani kısaca hayata karşı verilen her türlü mücadelenin yılmadan, usanmadan verilişini sevmiştim kitapta. Kitapta bu olayların yalın bir şekilde aktarılmasını sevmiştim. Doğal bir şekilde aktarılıp, acıtasyon yapmadan hissettirebilmesini sevmiştim. Ben de onlarla beraber seyahat etmiş, onlarla mücadele etmiştim sanki. Mustafa Kutlu öyle içten yazmıştı ki içine almıştı beni Ali ile Mustafa'nın iç ısıtan hikayelerine.. İşte Osman Sınav da bu yalınlığı filme katmıştı. Kendinden başka şeyler katmaya çalışmadan kitapta olanı filme aktarmaya çalışmıştı. Bu sebeptendir ki bu filme gittiğim için hiç pişman değilim.. Kitaptaki doğallığı yansıttığı için, egosuna yenik düşmeyip  kitabı rezil etmediği için sonsuz teşekkür ederim Osman Sınav'a. Elbette filmin sonu hakkında denilecek birkaç sözüm var ama spoilera gerek yok. Bırakaydı da olduğu gibi kalaydı keşke deyip, kaçarım..

Oyuncular.. Liste bir hayli uzun. İsimler de baba isimler. Hepsinin başarılı seçimler olduğunu düşünüyorum. Film için ellerinden geleni yapmışlar. Kenan İmirzalıoğlu.. Adam gözümde rüştünü ispat etmiştir. Ötesi yok.. Süper, tek kelimeyle süper.. Oynuyor, izlettiriyor, sevdiriyor, filme bağlanmanızı sağlıyor.. Enfes.. Yüreğine sağlık diyelim buradan..Çok konuşulan Tuğçe Kazaz.. Olmuş, olmamış tartışılır. Filmin önüne geçmiş mi hayır. İzlettirmeyecek kadar mı kötü hayır. O zaman üstünde durmaya gerek var mı? Yok.. Devam

Müzikler.. Bayıldım. Her name, ezgi dönemi, duyguyu, filmi her türlü yansıtıyor. Soundtrack albümü arşivde bulunması gerekenlerden, kesinlikle. Hele ki "Ah bu gönül şarkıları" off.. Yok böyle bir müzik. O klarneti kim üflüyor ise onun nefesine kurban olayım ben.. Merak edenler buyrun buradan dinleyin efendim..

Çok beğendim. Kitabın yeri tabii ki her zaman olacağı gibi çok ayrı. Film için de aynı güzel sözleri söyleyebilirim, rahatlıkla. Nasıl olduysa inadımı kırıp izlediğim için mutluyum. Koca salonda filmi tek başıma izlediğim için mutluyum. Nasıl ki kitabı bitirdiğim de sevinç ile hüzün birbirine girmişti, film bittiğinde de aynılarını hissettim.. İşte öyle güzel bir yapım olmuş bu.. Filmin bitmesiyle perdede donup kalan o son kareyle başbaşa kalıp "Ah bu gönül şarkıları" eşliğinde tüm jeneriğin akmasını izlememe, izlerken uzaklara dalıp gitmeme izin veren teknisyene binlerce teşekkür. O üç dakikayı bana verip, ekranı karartmadığı için çok sağolsun.. İzleyin, sevin, bağrınıza basın hem kitabı hem de filmi.. Pişman olmazsınız...

2 Kasım 2012 Cuma

The Newsroom


Bir HBO yapımı The Newsroom. HBO, dizi sektöründe takip edilesi kanallardan. Yayına sürdüğü dizilerin kalitesi su götürmez bir gerçek.. Neler var şimdiye kadar HBO etiketli izlediğimiz diziler arasında bakalım: Game of ThronesThe PacificBand of BrothersRomeCarnivàle, Six Feet UnderThe SopranosAngels in America, How to Make It in America.. Kaldı ki bunlar izleyip, bildiklerim, sevdiklerim. Şu saydıklarım arasında kötü olan yok.. İnanın buna ki yok. Hepsini gözü kapalı tavsiye ederim, o derece.. Fenomen haline gelmiş True Blood, eleştirmenlerden yayımlanan en büyük televizyon dizilerinden biri olarak kabul edilen The Wire.. Hepsi HBO etiketli, neredeyse hepsinin İmdb puanı 8'in üstünde..   

Dizi adından da anlaşılacağı üzere "ana haber" hikayesi. Lakin güzelim diziyi bu şekilde nitelendirip, sınıflandırırsam beni taşlarlar. Sadece ana haber sunucusu ve onun hayatını anlatan bir dizi diye kısıtlamak da kesinlikle yanlış olacaktır. Bu dizi belli bir karakterin hayatına ya da sabit bir olaya odaklı değil.. Lakin tabii ki hikayeyi ilerleten, işlerin onun üzerinden yürüdüğü bir karakter var. O kişi de Will.. Will' in iş hayatına, öze hayatına, ikisinin birbirine karışıp karışmaması arasındaki karmaşaya tanık oluyoruz. Ama dizi sadece bu kadarını da anlatmıyor. Amerika'nın nasıl da "harika" bir ülke olmadığını göstererek, ülke yönetiminde ne dolaplar dönüyorsa onları da anlatmaya çalışıyor. Hem de gerçek tarihlerle gerçekten yaşanmış olaylarla, kanıtlarla, isimlerle.. Yani ülkesinde dönen işleri korkusuzca dile getirebilen bir yapım The Newsroom. Ülkeyi sözde yönetmeye çalışanların çevirdiği işleri objektif bir gözle, acımasızca eleştiren bir dizi. Bu dizi ki aynısı bizim ülkemizde çekilse değil 2. sezona onay almayı 2. bölümünü bile göremeyiz. İzleyemediğimiz gibi bu senaryoyu yazanlar zorla susturulur veya bunu yayımlamaya yeltendiği için kanal kapatılır. Size bu kadar söylüyorum, varın dizideki eleştiriyi siz düşünün. Gerçi ülkemizde saydıklarımın olması için öyle aman aman ağır sözler söylemeniz bile gerekmez ya!..

( Resimden sırayla ) "Anchorman" Will, yapımcı Mac, patron Charlie, ekonomist "freak" Sloan, "nerd" Neil, dizinin sözde kötü adamı Don, yapımcı yardımcısının yardımcısının yardımcısı Mag, Mac' in sağ kolu saftirik Jim. Esas kadro budur. Bu isimlerin elde ettikleri bir bilginin "haber" niteliği kazanması için ne kadar çok uğraştıklarını görüyoruz. Bir haber bülteninin yayınlaması için ne kadar uğraş verildiğini... Karakterler, daha önce izlediğin dizilerdekilere evet kesinlikle çok benziyor. Ama bir o kadar da benzemiyor sevgili okurum. Bu da ne demek şimdi diyorsun değil mi? Ben bu sorunun cevabını açıklamaya kalkışırsam dizinin sihrini alt üst edecek, heyecanını silip süpüren birkaç detay vermem gerekir. Bunu da istemem. Çünkü isterim ki bu diziyi kendin izle, keşfet, sev, bağlan.. Ee ben de buraya kadar okuduğun için sende biraz merak uyandırayım istiyorum canım ne var bunda..

Dizide, izlediğimiz diğer birçok diziye göre çok daha hızlı akan ve uzun geçen diyaloglar mevcut. Lakin The Social Network filmini izlemiş iseniz, bu hız size yabancı gelmeyecektir. Çünkü bu film sayesinde En iyi senaryo Oscar' cığını kucaklayan Aaron Sorkin, dizinin yaratıcı koltuğunda oturan isim.

Sanırım her şey bu kadar.. İlk dizi yazısını da böyle bitirmiş oldum. Oldu mu olmadı mı bilemedim ama elimden geldiğince diziyi siz okuyuculara satmaya çalıştım. Ne kadar iyi bir pazarlamacı olacağım size bağlı : ) Hadi bakalım şimdiden iyi seyirler olsun..

1 Kasım 2012 Perşembe

Meczup' un Kadrajından Antalya'nın Sokakları ve Kapıları

Meczup' un fotoğraf serüveni devam ediyor.. Duvar yazıları, kum heykeller, sokak heykelleri derken geldik "kapılara".. Antalya gezisinde duvar yazılarının yanı sıra gözüme her zaman gördüklerimizden farklı (güzel) gelen kapıları da kadraj altına almıştım.. Paylaşalım, bakalım size de farklı gelecek mi? 




























































Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...