Kendi çöplüğüm olan bu blogda derin bir sinir, öfke patlaması yaşadım. Kabaca kendi çöplüğüme kustum diyelim. Her türlü imla ve yazım hatası kabulümdür. Baştan okursam yayınlamam büyük ihtimal o yüzden bunu bilin ve devam edin sevgili okurlar..
şşştt şimdi birazcık sessizlik istiyorum sizden. İstiyorum gayri çünkü nasıl önemli konulardan bahsedeceğim belli değil yani. Minik bir uyarı kafanız olağan halinden daha doluysa sizden bu sekmeyi kapatmanızı keza aynı şekilde çok mutlu ve yüreğinizde kelebecikler uçuşur halde iseniz de gene aynı hareketi yapmanızı rica edeceğim. Evet baş başa kaldıysak efenim dalalım muhabbete köklemesine..
Senenin kriterini yapan benden neler aldı, bana neler kattı, bu sene bunları yaptım/ yapmadım listesi yapan biri değilim. Henüz olmadım olmayı da pek planlamıyorum. O yüzden bu post sene değerlendirmesi niyetiyle yayınlanmış bir yazı değildir. Özellikle 12 ay içerisine sığdırdıklarım bu yazıyı yazmaya teşvik etti diyebilirim. Bu paragrafla beraber sayımızın iyice azaldığını hissediyorum.. güzel..
Efendim zatıaliniz kabul görür ise bendeniz der ki "Hayat acımasızdır.."
"Hayat" olduğu kadar onu yaşayan insanlar daha da "acımasızdır.."
Hayat tahmin edemeyeceğiniz kadar boktan. Sakin olmaya değmeyecek kadar sinir bozucu. Akışına bırakamayacağınız kadar da kısa. Hayatı bu hale sokanlar ise tabii ki içinde nefes alan varlıklar. Nefes alan ve almasına izin verilen. Asla ama asla katılmıyorum herkes yaşamak zorunda değil bu dünyada. Herkes olması gerekmiyor. Acımasız, vicdansız, saf kötülerin, bencillerin, bahaneler arkasına sığınarak nefes almaya devam edenlerin asla bu hayat içerisinde olmaması gerekiyor. Sana ne be! diyorsunuz değil mi evet bana ne! Zaten ben kendi hayatımdan, kendi hayatımda olan bu insancıklardan bahsediyorum ya zaten. Gelip geçen ve yaşamak zorunda olduğum süre boyunca da sürekli hayatıma girecek olan bu insanlardan. Değer verir, el üstünde tutarsın karşılığında sadece aynısını istersin daha fazlasını değil. Bu fazla bir istek mi soruyorum size öyleyse zaten eyvallah hiç kasmayalım abi daha fazla cidden. Yol alayım ufaktan..
evet bir bok yaşamadım ben bu hayatta. Çok insan tanımadım. Lakin ne yaşım ne de tanıdığım insan sayısının azlığı yaşadıklarımın büyüklüğünü değiştirebildi. Senin gülüp geçeceğin konulara ben oturup düşündüm, düşündüm dağıttım. Senin "bu mu ya?" diyeceğin konulara ben sayfalarca yazılar yazdım. Senin "daha hiçbir halt görmedin" dediğin olaylara ben.. Her insanın yaşadıkları kendinedir. Her insanın acısı da mutluluğu da kendinedir. Her insanın acı eşiği bir değildir. Birinin koluna sigarayı basarsın gık demez birine bir iğne batar dağları devirir. Fiziksel acıya verdiğim örnekler ruhsal olanlara da uyarlanabilir. O yüzden "bu ne ki ben neler gördüm." bunu demekten vazgeçin.
Yaşadıklarımdan ve hayatıma giren sayılı kişilerden öyle çok şey öğrendim ki bu sene. Aslında senelerdir gözümün önünde olanları görmemi sağladılar demem daha mantıklı olabilir. Yıllardır görmezden geldiğim ve hunharca kullanıldığımı bile bile nefes alıp verdiğim o zamanlar.. Sıralamaya hiç gerek yok zira zaten onca öğrendiklerim içerisinde tek bir nokta var ki o da hepsinin başında geliyor. Başında geliyor yanlış ifade hepsinin ortak noktası, olma sebebi direk. O yüzden ayrıntıya girmeden dalayım o noktaya..
"Saflık..."
Eğer ki bu dünyada safsanız ezilirsiniz. Safsanız ve henüz farkında değilseniz daha çok canınız yanacak haberiniz olsun. Ben yavaş yavaş öğreniyorum çoğunuz çoktan öğrenmişsinizdir belki neyse artık ya hadi kolay gelsin hepimize. Karşıdakini kendin gibi görmek, senin gibi düşündüğünü zannetmek, a dediğini onun da a olarak göreceğini sanmak.. Ama en korkuncu bu özelliğini karşı tarafın öğrenip bundan faydalanması.. Nice senaryolar sıralayabilirim size..
Yanlış anlaşılan yaklaşımlar, verilen değere yüklenen başka anlamlar, hayatına arkadaş olarak aldıklarının yavaş yavaş sırtında belli noktalara saplanmaları, karşı taraf mutlu olsun sevinsin o bana yeter mantığıyla olmayacak davranışlar sergilemek ve yerler altına alınan gurur, haysiyet ne varsa artık vb tüm örnekler işte.. Hepsi ama hepsi saf olmanızdan, olmamdan kaynaklı. Her nefes alanın benim gibi düşündüğünü düşünmemden kaynaklı. Halbuki öyle bir dünya yok ah canım arkadaşım. yok öyle bir dünya asla da olmayacak. bir taraf her zaman ezilmeye mahkumken bir tarafa hep yükselen olacak. Yani "Herkes aynı falan değil bu hayatta.." Böyle bir saçmalığı kim nasıl bir mantıkta inanır bilmiyorum. Öyle düşünmek için neler içmeli de o kafaya ulaşmalı bilmiyorum ama yok öyle bişey yani.. Nasıl ki şu anda benim hayatıma özenle bakan, benim yaşadığım hayata bile hasret olan insanlar varsa benim hayatıma gözünün ucuyla bile bakmaya tenezzül etmeyecek, uçlarda yaşayan insanlar da var. Zirvede, ortada ve dipte yaşayanlar varken, her türlü sınıf mevcutken insanlar arasında nasıl bir aynılıktan bahsedebiliriz. Hepimizin gözyaşının tadı eyvallah aynıdır. Tuzludur ama o tuzlu suyun akması var, akması var.. Her akış sizce aynı mı? Herkesin acısı, derdi, üzüntüsü ve bunun büyüklüğü her zaman kendine.
Hee tabii ki tüm suç her zaman bendedir, bizdedir, kendimizdedir. Başkasında, karşı taraflarda aramayın suçu. Her zaman bizdedir. Biz yanlış düşünmüş, davranmışızdır. Her zaman.. Hatayı her zaman kendimizde arayalım başka yerlerde değil. Bizim bozuk davranmamız sonucu buralara geldik, başkası yüzünden değil.. Karşı taraf her zaman nettir, başta belirtir ne istediğini bunu yanlış yorumlayan veya görmek istemeyen sensindir..
Hayat acımasız insanlarla dolu. Hayat sizin üzerinizden ilerleyen, ilerlemek isteyecek insanlarla dolu. Sizin a dediğinizi x yapan/ yapmaya çalışanlarla dolu. Ee o zaman sorarım size ne gerek böyle bir hayatı yaşamaya? Saflığımı değiştiremem. Ben kötü biri olamam. Saf olmamak kötü olmak değil ama bu saflığı kaybedip herkese şüpheyle bakmaya, kimseye güvenmemeye başlarsam ne olur sonum-uz.- Ben insanların üzerine basarak mutlu olamam. Benim yüzümden üzülen insanlar olduğunu bilerek rahat uyku uyuyamam. Ee ne gerek bu eziyeti çekmeye kasıtlı olarak ne gerek yani..
Bilmiyorum bir şekilde bu işin içinden çıkmam, çıkmak gerek bilmiyorum ne olur sonumuz? Nereye gidiyoruz? ama sonuç hep aynı olacak eminim bu "hayat" hep zor olacak. Her daim can yakacak, her daim yeni yaralar açacak eskilerinin kapanmasına izin bile vermeden. Sonumuz hayırlı olmalı ama ne hayırlı olabilir bundan sonra bilemiyorum. Hayat bizi ezmeden bizim onu ezmemiz lazım ancak böyle mutlu olabilirmişiz öyle diyorlar. Bunun gerçekleşmesi demek demin dediğim gibi ancak ezmekle, küçük görmekle oluyor. İki ucu değil değneğin her yeri boklu mübarek..
En iyisi susmalı.. Daimi bir şekilde susmalı. Susmalı çünkü konuştukça ya dibe batarsın ya da göze batarsın. En azında benim hayatımda hep böyle oldu. O yüzden susmalı beni buraya kadar okuyanlar, susmalı.. Ben susayım da siz varsa bir kurtuluş yolunuz kurtarın kendinizi..
Saf olmayın, kimseyi kendiniz gibi görmeyin. Asla ama asla bunu yapmayın. Kimse ama kimse senin kanından kişiler bile senin gibi düşünmez. Senin "iyi" olarak düşünüp yaptığın karşı tarafa öyle gitmez. Arada nasıl bir yol izliyorsa o bambaşka bir alfabeye dönüşür. O, mesajı öyle okunmaz, okumak istediği gibi okur. Bilin. İyi yaşayın, mutlu olmaya gücünüz varsa deneyin..
Bide iyi yıllar. Sizin için güzel, dileklerinizin gerçekleşeceği hayal dünyanıza dalış yapmanıza gerek bile kalmayacak bir sene ve seneler diliyorum..
31 Aralık 2012 Pazartesi
Özel Olan Hiç Önemli Olmayan bir Yazı..
8 Aralık 2012 Cumartesi
Dağ
Hadi tüm önyargılarını bir kenara bırak.. İster duygu sömürüsü aşılıyor olsun, ister milliyetçilik duygularını göze sokmaya çalışıyor olsun vs vs.. Nice bahaneleri barındıran bir film olsun lakin ciddi bir emek var mı işin içinde diye durup bir sor kendine.. Hadi yumulun eleştiriyoruz demeden, tartıp biçip sakince görüşlerini bildir, ne kaybedersin ki.. Her ne kadar Türkiye sınırları içinde bir hayli zor olsa da bu durum hadi bu film için biraz deneyelim..
Dağ' ın önünde ciddi bir engel var. O engelin ismi de Nefes: Vatan Sağolsun.. Büyük, ciddi ve yeri mutlaka "efsane" filmler içinde yer alması gereken bir engel. Türk sinemasında çok değil neredeyse hiç çekilmeyen bir türdür; savaş, asker hikayeleri anlatan filmler.. Bundan sebeptir ki çekilen her yeni asker filmi bir diğeriyle kıyaslama çabasına girilir. Nitekim bu film için de öyle oldu lakin gene acımasızca ve sadece eleştirmek için yapılarak.. Ama bunlara gerek var mıydı? Kesinlikle yoktu..
Dağ, anlattığı hikayeden tutun çekimlerine, oyuncularından tutun filme eşlik eden müziklere kadar tümüyle başka bir iş. Nefes, anlattıklarını bir meyve sepetinde sundu bizlere. O karakol içerisindeki tüm askerler sepetteki meyveler oldu. Hepsinin apayrı bir hikayesi ve birer acısı vardı..Derinlemesine olarak hiçbirinin hikayesini öğrenmedik. Komutanın özeli dışında diğerlerinin "asker"lik öncesindeki hayatlarına tanık olmadık. Öyle ilerledi hikaye, olaylar çözülmeye geldiğinde ise hepsi bir oldu. Olayların hepsi bir noktada toplandı ve patladı.. Dağ filminde ise Nefes' in aksine meyve sepetinden sadece iki tane meyve seçildi. Hikaye sadece o iki karakterin gözünden anlatıldı. Anlattıkları, dertleri, çözüm yolları bambaşkaydı. Onların "asker"lik öncesindeki hayatlarına da tanık olduk, nerelerden,nasıl geldiklerini de öğrendik.. İki filmin girişleri başka, gelişmeleri bambaşka, sonuçları ise apayrıydı.. İki filmi illa kıyaslama yoluna gidecek olursak ortak birkaç nokta bulmamız gerekmez mi? Bu iki filmin buluştukları ortak payda; karakterlerin asker olması ve savaş içinde oldukları adamların aynı taraftan olması olabilir. O kadar..
Dağ, Oğuz ile Bekir' in hikayesi. Kısa dönemli ile uzun dönemli askerin hikayesi. Askerlik öncesi ve sonrası hikayesi.. Kamera açıları ve çekimler, o zor hava şartlarında ve mekanlarda çekilmiş olmasına rağmen çok ama çok iyiydi. Kaliteli, göz yormayan.. Oğuz rolündeki Çağlar Ertuğrul ve Bekir rolündeki Ufuk Bayraktar.. Filmin ana malzemesi Oğuz ile Bekir olunca bu oyunculara çok büyük bir iş düşmüş. Ufuk Bayraktar' dan bahsetmeye gerek var mı bilmiyorum. Hakkında ne kadar konuşulsa, göklere ne kadar çıkarılsa hakkıyla olacak bir isim. Gene enfes bir iş çıkarmış burada da. Çağlar Ertuğrul da Oğuz' un yansıtması gereken profili hakkıyla izleyene veriyor. Hakkında konuşulacak oyunculuk yok elbette ama sırıtmıyor da..
Sonuç olarak Dağ kıyaslama yapılmaması gereken, kısa hikayesini en iyi şekilde kurgulayıp aktarabilen su gibi akan güzel bir film olmuş.. Biz böyle kıyaslama yapalım, aman hiçbir işi beğenmeyelim, sonra da Türk sinemasından olağanüstü filmler bekleyelim peki! Biz daha nice şifreler çözer, çakallarla dans eder, ivediklere güleriz bu kafayla.. Adam gitsin senaryoda iki üç yeri değiştirsin film çektim diye çıksın milyonları devirsin gişede. Adamlar olmayanı, yapılmayanı çekelim deyip, o soğukta bu çekimleri yapsın seyirci sayısı 300.000 i bulamasın. Ne demeli ki acaba! Müstahak cuk olur sanki..
Filmin dışına çıkıp bişey demek isterim. Her filmde malum izlediğimiz sevgili, nişanlı sahneleri. Askerden gelmesini bekleyemeyecek kadar sabırsız, vicdana sahip olduğunu sanan bayanlar.. Bu bayanların adamları bırakışları, zorla konuştuğu aşikar olan telefon konuşmaları ve benzeri sahneler.. Filmler elbette ki gerçekte olanı yansıtıyor. Bu durum birilerinin başına, başlarına gelmiş ki filmlere konu olmuş, oluyor. Yapmayın be! Harbiden yapmayın. 5,15 ay ya da her ne kadar ise bekleyin, ölmezsiniz.. Sıkıntıdan ya da beklemekten kimsecikler ölmez.. Senin "ay ben onun yolunu gözlüyorum, sabredemiyorum" cümlesini söylettiren psikolojiyle o adamın orada ne halde, nasıl bir konumda, neler yaşadığı belli olmayan psikoloji aynı mı! Asla.. Empati kurmayı azıcık öğrenin.. Gerçi kuracağımız empatiyle bile asla onların psikolojisine erişemeyiz ya neyse hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Askere gidecek diye kulu kölesi olun demiyorum ama vicdansız da olmayın..
5 Aralık 2012 Çarşamba
Dupa Dealuri
Çok yakın iki kız arkadaş.. Aralarındaki arkadaşlıktan öte olan o sağlam bağ.. Bu bağı kimler kopartabilir? Ya da bu bağın önüne nasıl geçilir? Böyle durumda çevredeki insanların görüşleri ne kadar önemlidir? Peki ya işin içine "din" girerse, inanç sorgulaması girerse bir sonuca varılır mi?
Anlatmak istediklerini kadınlar üzerinden, onların dertleriyle ve diliyle anlatan Cristian Mungiu son filmi Tepelerin Ardında ile bize inançların uğruna ne kadar kör olabilirsin sorusunu yöneltiyor. Ne zaman dur diyebilirsin, bir sınırın var mıdır yoksa "din" adı altında 3 maymunu mu oynamayı tercih edersin.. Voichita ile Alina yetimhanede birlikte büyümüş iki yakın kız arkadaştır. Voichita yetimhaneden sonra manastıra, Alina ise koruyucu aile yanında yerleşir. Yalnız Alina Voichita' nın içinde olmadığı bir hayat istemez. Onunla birlikte Almanya' ya gitmenin planlarını yapar. Bu planı paylaşmak ve Voichita' yı da yanında götürmek için birkaç günlüğüne manastıra gider. Kararlıdır, onu almadan hiçbir yere gitmeyecektir. Peki Alina' nın planı istediği gibi mi ilerleyecektir? Manastırdaki rahip ve rahibin nefesine bile itaat edecek halde olan rahibeler Voichita' nın aklını oldukça karıştırırlar. Bir tarafta beraber büyüdüğü dostu diğer tarafta ise ona emredilenler.. Voichita bu iki tarafın dengesini iyi ayarlayamayarak bir takım olaylar zincirinin başlamasına neden olacaktır.. Tüm bunların sonunda olanlar ise hiç kimse için iyi sonuçlanmayacaktır.
Bir film düşünün. Sevgi, inanç, sadakat uğruna yapılan fedakarlıkları ve hataları suratınıza çarpa çarpa anlatsın istediklerini. Eleştirsin sizi korkmadan, gözünüze sokmadan, nakış işler gibi inceden inceye yavaş yavaş ve her bir köşesine oyasını koyarak.. Mungiu, izleyen herkesi kendilerini sorgulatmaya çağırıyor.
150 dakikalık süresi başta elbette korkutuyor lakin kamera çekimleri, olayların gidişatı hele ki oyunculuklar sizi filmin içine alıyor, dış dünya ile ilişkinizi koparmayı başarıyor. Böylece sıkılmaya vakit bulamadan filmi bitiriyorsunuz. Cannes' dan 2 ödülle ( En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Senaryo ) dönen Beyond the Hills bu senenin mutlaka izlenilmesi gereken filmlerinden.. 9/10
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)