4 Ekim 2013 Cuma

pembe cizme

Ekim.. sonbahar ve arkasindan gelen kis.. 365 gunluk bu curcurnada yasanacak en guzel zamanlar. Sonbahar ve arkasindan gelen kis..
Havada yağmurla karisik ruzgar var. Etraf bir hayli soguk. Bu sebeple bazalarin altindaki kisliklar, dolaplarin dip koselerinde kalmis cizmeler, botlar hepsi cikartilmis.
Bir cizme var sadece aklimda. Sirin, guzel bir kizin ayagindaki pembe bir cizme. Tek bir goruntu..
Cizmeyi dusundukce film makarasi dönmeye basliyor. Ta en basa sariyor filmi ve play tusuna basiyo bir cift pembe cizme.
Kucuk bir siyah canta geliyor gozumun onune. Tek omuza yan takilmis bir canta. icine sikistirilmis turuncu bir kitap. Tanidik bir kitap bu ya, kimindi dilimin ucunda ama gelmiyor o an aklima. Siyah canta buyuyor birden. Bu sefer iki omuza takilmis bir sirt cantasi. Arkasında buyuk beyaz bir tik isareti var. Acaba turuncu kitap hala icinde mi? Yoksa o bitti baska bir kitap mi var? Bak gene cizme geldi aklıma. Sirin cizme asla giyme cesaretim olmaz sanırım.  Ayakkabi dedim ah ayakkabi. Kahverengi guzel bir ayakkabı geldi simdi de aklima. Uzerinde iki tane cizgi var. Kirmizi ve yesil çizgiler.. dur ya kirmizi yesil miydi yoksa bir tanesi beyaz miydi? Karisti lanet olsun. Unutmamam gerek. Filmin bu kismi cizildi mi acaba geri don. Bir, iki, uc kere gördün neydi neydi lanet olsun.. neyse gec son sahneye gel. Son sahne son sahne.. asla unutmamam gereken o son sahne.. hala neden karanlik. Hadi hadi..niye bisey göremiyorum,  neden..donduk mu pembe cizmeye..

Tamam meczup bu seansin suresi doldu. Bir dahaki seansta deneyelim. Merak etme bulacağız filmin eksik sahnesini.....

23 Temmuz 2013 Salı

Hayat = Tiksinti, Utanç...

" Hayat beni önüne katıp sürüklemesin diye sürüklediklerine bakıp onlardan ayrı bir baş tutmak istedim. Çünkü hayattan iğreniyordum. Nesini öğrenip, anlayıp, anlamlandırılmış haline şahit olsam, ikna olsam da bu iğrenme duygum ve burada olmadan duyduğum utanç hiç geçmedi. Bunu kime şikayet edeceğimi çok düşündüm, bu utancı kime aktarayım diye dört döndüm, nafile. An oldu ya da gün oldu şartlar sebebi ile iğrenmede beni geçenler de gördüm ama buna hiç inanmadım. Onlar hayattan değil şartlardan iğreniyorlardı. Ben bütün şartları sıyırdığımda kalandan iğreniyordum, tabakta kalandan değil ya da önüme konandan değil, tabağın kendisinden ve önüme bir şey gelmesi, konması halinden iğreniyordum. Bu tiksintim hiç hafiflemedi. "

Coşkuyla Ölmek (Şule Gürbüz), sf 42.


17 Temmuz 2013 Çarşamba

.......... II

Hayatınıza dair hiçbir söz hakkınızın olmadığını düşünün. Hiçbir söz hakkı... Verilecek olan kararlar ışığında değişecek olan düzen, çevre, yaşam... Bunların tamamen değişmesine olanak sağlayacak ve sizin buna engel olmanıza yetkiniz yok. Sizin hayatınızda sizin yetkiniz yok. Hayatınıza deli kıyafeti giydirilmiş ve bu kıyafetin düğmelerini sizin çözmeniz engelleniyor. Kendi hayatınızın düğmelerini iliklerinden ayırma hakkınız elinizden alınmış durumda. Bu durumda camın önünde duran saksıdan bir farkınız olur mu? istediğiniz zaman su verip, istediğiniz zaman oda içinde oradan oraya dolaştırdığınız bir ay sonra bu oda iyi gelmedi deyip balkona çıkardığınız bir saksı çiçekten farkınız olur mu? Olmaz tabii ya. Nasıl olsun ki... Saksısın sen artık, saksı içindeki bir çiçek...

Balkona taşınan saksı orayı sevebilir mi? Sevmesi gerekli midir ki? Orası ona iyi geleceği için oradadır ama bu onun farkına varabilir mi ki? O alışmıştır sonuçta o odaya, o kokuya, o düzene, o çevreye..  Hem o oda her ne kadar karanlık olsa bile toprağın içinden ufak bir filiz başını göstermiştir. Bu oda belki de artık ona iyi gelmeye başlamıştır. Alıştığı bir ortamdan kopmak ister mi? Ama asıl soru isteğinin hiçbir önemi var mıdır ki? Yok... Saksı neyse sen osundur artık. Bir çift elle taşınılan, istediği zaman istediği yere götürülen bir saksı çiçek.

Ya balkondaki ışığı, rüzgarı sevecek çiçeklerini daha çok açacaksın ya da bunların hiçbiri sana iyi gelmeyecek ışık fazla gelecek çiçeklerini bir bir solduracak, esen her rüzgarla da solan her bir yaprağını, çiçeğini bırakacaksın toprağa düşecek, düşecek ta ki sadece toprağın kalana kadar...

Hepimiz birileri için, onların iyiliği, mutluluğu için bişeyler yaptığımızı düşünürüz. Bizim "iyiliği için yaptım" dediğimiz onların mezarı olur, bunu bilemeyiz. "Ooo mutlu ettim onu" dediğimiz onun kefeni olur, bilemeyiz. Sonuç her ne olursa olsun seni birey olarak düşündüğü için, derecesi fark etmez sana değer verdiği için yapar her ne yapıyorsa. "Senin için" yaptığını unutmamak gerek mezar veya kefen ne olursa olsun sonucu. "Senin için" olduğuna bile şükretmek gerekir sadece.

Unutma...

23 Haziran 2013 Pazar

Otostopçunun Galaksi Rehberi


Sürekli başıma gelen bir durumdur; elimin altında okunacak kitap-lar- olsa dahi bambaşka bir kitap vardır aklımda adını hep duyduğum, keşke okusam dediğim.. İşte o keşkeyi reele dönüştürebildim aylar önce ama nasip şimdiye konuşmakmış, o zaman başlayayım...

Otostopçunun Galaksi Rehberi.. Kitaplarla az çok ilgisi olan herkesin mutlaka ismini duymuş, ciltli halini görüp hey maşallah be diye içinden geçirmiş olduğu kült kitap. Ansiklopediden bozma görüntüsü netteki yorumlardan anladığım kadarıyla bazılarının gözünü korkutmuş, almaya, okumaya çekinmişler. Buradan o şahsiyetlerin kulaklıklarına eğilip var gücümle şu şekilde haykırmak istiyorum;   "asrın hatasını yapıyorsun ey ölümlü"... ( Çok kibar oldu gerçi daha farklı bişeyler söylemek lazım. )

Aranızdan kaç kişi süregelmiş konforundan, alıştığı düzenden kolaylıkla vazgeçebilir? Peki çok sevdiğiniz, her köşesini sizin yerleştirdiğiniz evinizden? Belediyenin kalkıp bir gün "yıkıyoruz kardeş evini, buradan yol geçecek, hadi bakalım çıkma vakti." dese "eyvallah kardeş, tabii ki belediyeye can feda" kaçımız diyebilir? Arthur Dent de sizin gibi düşünüp, güzelim evimi kimselere yar etmem diyor kapısına dayanan görevlilere. Tabii ki bu durum yetmiyor birebir üstlerine gitmek gerek. İleri ki günlerde  rutin haline gelecek buldozer önünde çamur içinde yatma günleri başlıyor Dent için. Gene o günlerin birinde Dent'i n göz hizasında bir karartı oluyor. Gölgenin ne olduğunu anlamak için merakla açtığı gözlerinin önünde, takıldığı bardan tanıdık bir sima Ford Prefect. İşte bu tanışma sonrası başlıyor tüm hikaye.

Bu ikiliye yüce başkan Zaphod, depresif robot Marvin, Trillian, Vagonlar, Derin Düşünce derken (şu an aklıma gelmeyen birçok isim) bir sürü isim ekleniyor ve olaylar katlandıkça katlanıyor. Oturup en başından nasıl başladığını, olayların nasıl ilerlediğini ve nasıl sonuçlandığını anlatacak değilim. Siz de zaten sakın ha okumayın. Eğer ki bu kitap hakkında en ufak bişey okursanız tüm büyüsü, tüm orijinalliği gider. Tıpkı tüm kitaplarda olduğu gibi. Zaten anlam veremiyorum eleştiri yazısını kitabın girişinden bir kuple, gelişmesinden bir kuple yazıp hadi gene şanslısınız bak sonunu söylemiyorum deyip yayımlayanlara. Keza arka kapak yazısını yazıp bide yazar hakkında bilgi verip bak ben kitabı yazdım diyenleri de. Umarım bir tek bana saçma gelmiyordur bu durum?

Galaksimize dönelim. Ucu bucağı olmayan, evrenin sonunda muazzam lezzetli yemeklerin yapıldığı bir restoranı olan galaksimizde işler yolunda değil bir şekilde. Bir soru var ki cevabı bilindiği halde ne anlama geldiği bilinemeyen. İşte bu soru ki bizimkileri oradan oraya sürükleyen, maceradan maceraya atlatan, her bir sayfasını yok artık canım diyerek çevirmenizi sağlayan, hele ki bir dipnotları var ki o dipnotları okudukça "ya sen nasıl bir kitapsın allasen!" demenizi sağlayan bir kitap bu. Absürt komedi / bilim-kurgu filminin sayfalarını çevirir gibi okuyacağınız bir kitap bu. Bir kitabın bu kadar komik olamaz demenize sebep olacak bir kitap. Bu kitap ki her ölümlünün tüketmesi gereken bir kitap o kadar...

Ciltli almayıp sırayla okuyacağım diyorsanız, sırasıyla kitaplar; "Otostopçunun Galaksi Rehberi", "Evrenin Sonundaki Restoran", "Hayat, Evren ve Herşey", "Elveda ve Bütün O Balıklar için Teşekkürler" ve son olarak " Çoğunlukla Zararsız". Ayrı ayrı okuduğum için kitaplar arasındaki farkı az çok  kestirebiliyorum. Ciltli olarak okuyan tek bir kitabı okuyormuş gibi hissettiği için belki anlayamaz. Kaldı ki ayırt edecek çok da bişey yok. İlk iki kitap su gibi aktı elimde. İlk sayfadan kendine bağlamayı başarıyor. Üçüncü kitap daha bir yüzeyseli durağan gidiyor ilk iki kitaba ve son iki kitaba göre, adeta bir köprü görevi görmüş gibi diyebilirim. Ama sıkıyor mu haşa! Şu kitaba sıkıyor diyen çarpılsın zaten direk! Zevkler, renkler fasa fiso bırakın yani! "Çoğunlukla Zararsız" ın yeri farklı tabii. Veda etmeyi istemediğiniz birini terminale bırakır gibi. Aynen bu hisle çeviriyorsunuz sayfaları. Zaten bitmesin diye son sayfaları inadına okumadım, valla okumadım. Ama her güzel şeyin illa ki kaçınılmaz bir sonu vardır. Kapattım son kapağını dayadım göğsüme, sevdim küçük kitabımı. Her okuduğum kitabı seviyorum, ya daha çok ya daha az.. Hepsini almıyorum bağrıma en son Uzun Hikayeyi almıştım, şimdi de bu! Bu ne diye sizin için bir kıstas olsun bilmiyorum. Ama öyle işte çok sevdim ben bu kitabı...

Ciltli okumadım ama her kitabevine gidişimde elime alıp severdim. Ta ki birkaç güne kadar. Hayatımda alıp alabileceğim en güzel hediyeyi aldım. Kutu içinden kitabevinde elimde gezdirdiğim ama o kapıdan çıkarken hazin bir şekilde ayrılmak zorunda kaldığım o muazzam ciltli güzellik karşımda. Yaşadığım mutluluğu varın siz tahmin edin. Yollayanın elleri, yüreği dert, keder görmesin inşallah!

Otostopçunun Galaksi Rehberi bir kült. Her kafanın yazamayacağı, her işini iyi bilen insanın bu kadar geniş bir yelpazeye çıkamayacağı bir iş. Bundan mahrum kalmak, kalmamak sizlere kalmış. Bu kitap hakkında aylar sonra iki üç kelam etmenin buruk gururuyla sizlere tavsiye ediyorum. 42' nin anlamını bilmeden, boynunuza bir havlu atmanın ne demek olduğunu bilmeden göçmeyin, okuyun!


8 Mayıs 2013 Çarşamba

The Place Beyond the Pines



Şu sıralar adlarını sıkça duyduğumuz iki isim olan Ryan Gosling ve Bradley Cooper' ı aynı karede görmemize fırsat tanıyan film The Place Beyond the Pines

Blue Valentine' den sonra mercek altına alınan yönetmen Derek Cianfrance' in uzun metraj olarak çektiği üçüncü film, Türkçe' ye Babadan Oğula ismiyle gösterime girecek. Kafanızda ne alakası var? sorusu oluşuyorsa da film bitiminde " öyle anlamsız çeviriler var ki bu en azından film ile bağlantılıymış." diyebiliyorsunuz. Buradan da anlaşılacağı üzere film babalar ve oğulları ile alakalı. Babalarının işledikleri günahların ceremesini çocuklar ne kadar çeker, onları ne boyutta etkiler? bu tip soruları sorgulayan ve cevaplandıran bir film Babadan Oğula...

Panayırlarda tehlikeli gösteriler sergileyen motosikletçi Luke ile görevine başlayalı daha sene olmamış yeni yetme polis memuru Avery' nin tanışmasıyla başlayan filmin üç kısımdan oluştuğunu gözlemek mümkün. Filmi, Luke' un beklemediği bir anda bir çocuğunu olduğunu öğrenmesi ve onunla kurmaya çalıştığı bağı Luke' un gözünden izlerken, Luke ile Avery' nin tanışması sonrası Avery' nin gözünden izlemeye başlıyoruz. Filmin ilk bir saatinde Luke yani Ryan Gosling' in gerçekten de göz dolduran oyunculuğunu izliyoruz. Oyunculuğunun gitgide daha da iyiye gittiğini söylemek sanırım ki hiç yanlış bir yorum olmaz. Karakter olarak benzer filmlerde sergilediği performansa eş değer oynadığını düşünenlere tek söylemem gereken; bebeğine bakarken, onu kucağına aldığı zaman değişen mimiklerine dikkatli bakmaları. Avery yani filmin ikinci saatinde izleme şansına sahip olduğumuz Bradley Cooper' a gelecek olursak; babasının baskısı sebebiyle bir şekilde göze girmeye çalışan, sevilen, saygı görmek isteyen bir isim olmak için bazı dümenler çeviren bir karakter. Bu karakteri bize aktarabiliyor Cooper lakin Gosling' in ilk devrede göz dolduran oyunculuğu sebebiyle sadece izlettirebilecek kadarını verebiliyor. 

Film üç kısımdan oluşuyor dedim ve ilk iki kısmı sürpriz bozacak durumları anlatmadan aktarmaya çalıştım. Lakin üçüncü bölüm olarak adlandırdığım kısmı anlatabilmem için bu pek mümkün değil. O yüzden yüzeysel olarak anlatarak trans geçeceğim. Üçüncü bölüm " *** yıl sonra " diyerek başlıyor. Aradan geçen zamanda neler olup bittiğini, o gösterilmeyen kısımda neler olduğunu yakalayabiliyoruz. Lakin film bu iki bölümde psikolojik sorgulama, baba- oğul arasındaki görünmez bağ kavramlarını ve sevdiklerin, kendin için ne kadar ileri gidebilirsin sorularını dram ve suç hikayeleriyle, sistemin işleyişini ve adaleti sorgularken üçüncü bölümde tüm bunlardan tamamen farklı bir yol izliyor. Bu yüzdendir ki naçizane fikrim;  bu bölüm gereksiz olmuş. Film gayet iyi bir şekilde ilerlerken o "yıllar sonra" kısmından sonra tüm bu sorguyu bırakıp, bambaşka bir tür olarak 140 dakikasını tamamlayabiliyor. 

Filmi izledikten sonra bu fotoğrafı görüp gülümsememek imkansız

Gelgelelim tümüne baktığımızda ortaya çıkarılan iş takdir edilesi ve izlenesi türden. Hele ki giriş sahnesiyle size kaliteli çekimler izleteceğiz garantisini veriyor. Giriş ve gelişme bölümlerine pekiyi, sonuç bölümüne orta notunu verebiliyorum. Ama toplamda benim için güzel bir notla sınıfını geçmiş bir film oldu Babadan Oğula. ( yukarıdaki fotoğraf bile yeter )

25 Nisan 2013 Perşembe

Diarios de Motocicleta



Festivalde izlediklerim hakkında iki üç kelam etmeden yeni bir post girmem diyordum ama yazılacak film bu film olunca akan sular durdu, yazamayan eller birkaç satır bişeyler yazmak istedi. O yüzdendir ki "işte, geldim buradayım." mod açık anlatmaya başlıyorum bu caanım filmi.

23 yaşındaki tıp öğrencisi Ernesto Guevara de la Serna ve 29 yaşındaki biyokimyacı Alberto Granado.. İki yakın dost ve tek bir plan. 4 ayda 8 bin kilometre yol almak. Amaç: Latin Amerika kıtasını keşfetmek. Planı yazarken veya okurken çok basitmiş gibi gözükse de eski bir motorun üzerinde, kısıtlı bir parayla 8 bin kilometre almak tabii ki hiç kolay olmaz.

1952 yılında yola çıkan iki kafadarın 1939 model yol arkadaşları ile beraber ite kaka bir yere kadar yol alır lakin bir yerden sonra emektar motorlarını arkalarında bırakmak zorunda kalırlar. Bundan sonraki yolu yürüyerek, yiyecek ve kalacak yer bularak sürdürürler. Kalacak yer bulmak zorunda olduklarında kontrol Alberto' dadır. Çünkü onun tatlı dili, muhabbeti istediklerini elde etmelerini sağlayacaktır. Fakat Alberto' nun dili yılanı bile deliğinden çıkartmışken Ernesto' nun dürüstlüğü o yılanı tekrar deliğine sokar. Gittikleri her şehirde halkla kurdukları iletişim, orada yaşayanların sıkıntılarına şahit olmaları bu yolculuğun sadece bir kıta keşfi olmasından çıkıp onları içsel bir yolcuğa sürükleyecektir. Özellikle Ernesto' nun fikirlerinde çok ciddi değişimlere sebep olur. Son durak olarak gittikleri San Pablo' da cüzzam kolonisindeki hastalarla tanışması, onlarla kurduğu ilişki sonrasında da Ernesto' nun artık Che Guevara olma yolunda bebek adımlarını atmaya başlamıştır. 

Bir yol filmi izlemek için ekran başına geçtiğimiz iki saat sonunda Ernesto Guevara de la Serna' nın adını daha çok Che Guevara olarak bildiğimiz o büyük isim olma yolundaki düşüncelerine, yaşadıklarına, uğraşlarına, haksızlık ve zor durumlarda verdiği kararlara tanık oluyoruz. "Bu etkileyici eylemlerin hikayesi değil, bir yol boyunca dolaşan iki insanın hayatlarından bir kesit. Amaçları özdeş, hayalleri ortak.” diye başlıyor Ernesto günlüğünü karalamaya. Her gittikleri durakta birkaç cümle, birkaç paragraf daha karalıyor. Yıllar sonradır ki bu karalanan sayfalar ve Alberto' nun "Con el Che por America Latina" adlı kitabından yola çıkarak senaryo haline getirilerek çekilen The Motorcycle Diaries' i izleme fırsatı yakalıyoruz. Bu film, bizlere Ernesto' nun devrimci olma yolunda aklından geçenleri, değiştirmek istediklerini görme fırsat veriyor. 

İster yol filmi isterseniz biyografik hangi türe koyarsanız koyun başına mutlaka " çok iyi" sıfatı yerleştirmek zorundasınız. Çok iyi bir yol filmi. Çok iyi bir biyografi. Çok iyi bir film... Son 15 dakikasıyla bile önüme getireceğiniz birçok filmi ezip geçeceğine garanti verebileceğim bir film. Çünkü gerçek. Çünkü samimi. Çünkü içinde hala günümüzde dahi yaşananlar var. Çünkü Che ile ilgili politik mesaj içermeyen tek film. Çünkü bu filmi izleyip etkilenmemek mümkün değil. Çünkü daha 23 yaşındayken bu fikirlere sahip, halkının yaşadıklarına tanık olup arkasını dönüp gitmeyen bir adamın kat ettiği yolun başına gitmek, onu bide oradan görmek tarifsiz bir zevk...

Motosiklet Günlüğü, hayran bırakan oyunculuklarıyla Gael Garcia Bernal ve Rodrigo de la Serna başrolleri paylaşırken, yakın zamanda On The Road filmiyle ismini sıkça duyuran Brezilyalı yönetmen Walter Salles' in gözünden seyirciye sunuluyor. Güzel mi güzel müziklerin eşlik edeceği, beğeni garantili bu iki saati sizlere tavsiye ediyorum. 


Benim izlememe ön ayak olan ve asla boş tavsiye vermeyen sweet drop' a kocaman sevgiler, teşekkürler.. 

10 Nisan 2013 Çarşamba

Searching for Sugar Man


Elvis' ten bile ünlü olan fakat bu durumdan haberi dahi olmayan Mr. Rodriguez ile tanışmak ister misiniz?

Bir barda arkası dönük şarkısını söyleyen bir adam ve onu keşfeden iki yapımcı. Sonrasında çok güvendikleri ve büyük ses getireceğine inandıkları bir albüm. Sonuç? Hüsran... Albüm Amerika' da neredeyse hiç satılmaz. "Cold Fact albümü var mı?" sorusunun cevabı "O kimin albümü?" dür. Siz hesaplayın artık hüsranın boyutunu. Ama işin ilginci yapımcılar bu albümden hiç pişman değillerdir. Rodriguez ile çalışmaktan dolayı büyük mutluluk duyarlar. Bir tanesi çalıştığı en iyi on adam içine sokar ki o on adam diye bahsettiklerinin içerisinde The Doors' tan tutun da The Beatles' a kadar birçok o zamanın büyük isimleri vardır. Diğeri de Bob Dylan' ından sonraki en iyi söz yazarı olduğunu düşünmektedir.

Albümümün bu gidişatı sonrası Rodriguez ortalıktan kaybolur. Rodriguez hakkında en ufak bir somut bilgisi dahi olmayan yapımcılarda zaten onu bulma gayretine girmezler. Rodriguez' i belli sebepler* yüzünden merak edenler bir şekilde* toplanarak Sixto Rodriguez' i tanıma, bulma, akıbetinin ne olduğunu öğrenme çalışmaları başlamıştır. Peki bu çalışmalar nasıl sonuçlandı? Başta bahsettiğim Elvis' ten bile ünlü olup haberi olmaması da neyin nesiydi? Böyle bişey mümkün müdür?

Bu soruların cevabı olan belgesel Searching for Sugar Man... Belgesel ama önceden izlediğiniz belgeseller gibi değil. Film gibi bir belgesel. Öykü içinde öyküsü var, kurgusu var. Olay akışlarını bir diğer deyişle sürüm, düğüm ve çözüm akışı o kadar iyi o kadar güzel düşünülmüş ki bu 86 dakikayı sadece belgesel diye kısıtlamak bana göre haksızlık olur.

Müzikle iç içe bir belgesel. Böyle olduğu için de kulaklarınıza bayram ettirecek, seyir boyunca ayağınızın tempo tutacağı şarkıların biri bitip diğeri başlıyor. Kullanılan tüm parçalar zaten Rodriguez' e ait. O hiç iş yapmayan albümlerden parçalar. Hangi parça hangi albümden olduğunu ekranın bir köşesinde şarkı girdiği an beliriyor. Ama size temin ediyorum ki son jenerik akıp, o son şarkıyı dinleyip video oynatıcısını kapattığınız zaman tek yapmak isteyeceğiniz soundtrack albümünü almak ( indirmek ) olacak. Bunun yanı sıra Rodriguez ve onunla ilgili bilgi edinmek için canlarını dişlerine katan o insanları tanımak sizlere gerçekten bambaşka duygular yaratacak. Film bir sürü adaylık ve ödül kucaklamış durumda. Ama illa bir referans istiyor, ödüller benim için önemlidir diyorsanız En İyi Belgesel Oscar heykelciğini aldığını ve bunu diğer adayları izlemeden bile hakkettiğini söylemeliyim.

Bir müzik adamının hikayesi. Hayal ettiği hayatı kaçırmış ama bundan bir saniye dahi pişman olmamış bir adamın hikayesi. Müziğe aşık insanların hikayesi. Müziğin hikayesi Bir Şarkının Peşinde...


* belli sebepler ve bir şekilde* : Ancak belgeseli izleyeceğiniz zaman öğrenmeniz gereken sebepler. Sürpriz bozan durumlar olmasın diye "belli sebepler" yazarak durumu genellemiş bulunmaktayım. 

4 Nisan 2013 Perşembe

Lemale et Ha'halal


İsrail' in Oscar adayı olan Boşluğu Doldurmak İstanbul Film Festivalinin "Kadın Hikayeleri" programı dahilinde gösterilen filmlerden bir tanesi. Programın adından da anlaşılacağı üzere bu bölümde gösterilen filmlerin anlatıcıları kadınlar. Onların hikayelerini gene onların gözlerinden izliyoruz.

Fill The Void, Tel Aviv' in aşırı dindar Hasid cemaatinden bir ailenin başlarından geçen üzücü bir olayı ve bunun sonucunda allak bullak olan hayatlarını "toparlayabilme" çabalarını anlatıyor. Evin küçük kızı Şira 18 yaşına girmenin verdiği hükümlülük gereği artık evlenmesi gerekmektedir. Lakin cemaatin öngördüğü üzere bir kızın evlenebilmesi için erkeğin önce cemaat içindeki uygun kızı isteyip seçmesi, bir aracıya telefon edip görüşme talep etmesi ve görüştükten sonra ise gene erkeğin evlenip evlenmeyeceğine karar vermesi gibi kuralları içermektedir. Bu nedenle yaşınızın artıp hala talep görmemiş olmanız demek buradaki kızların geleceğinin iyi olmayacağı anlamına gelir. Neyse ki Şira' ya uygun bir talip çıkmıştır. Görüşmek için belirlenin günün gelmesini beklerken 9 aylık hamile olan ablası doğum sırasında ölür. Bu ölüm ve doğan bebek karşısında tüm düzenleri altüst olan ailenin toparlanması sağlayacak kişi belki de sadece Şira olacaktır.

Bir yandan katı dini kurallar diğer yandan da geleneklerin ışığında önüne geçilmez aile kurallar ve bu ikisinin arasında sıkışıp kalan Şira... Şira, hayallerine kavuşmak için gün sayarken hayatını daha önce hiç tahmin etmediği bir yöne doğru çevirebilecek midir? Ona bu değişim sağlayacak kararları verebilecek cesarete sahip olacak mıdır?

Bir kadının gözünden hikayeler dedik. Bu filmin kadını ise Şira.. Ona hayat veren isim ise Hadas Yaron. Su gibi bir kız maşallah. Oyunculuğu da güzelliği gibi izlenilmeye değer. Zaten birçok ödül töreninden eli kolu dolu dönmüş. Aynı durum film içinde geçerli. Film İsrail' in Oscarları olarak tanınan İsrail Sinema Akademisi ödüllerinden En İyi Film dahil tam yedi dalda ödül almış. Filmde rol alan tüm isimler göz dolduran oyunculuklar sergiliyorlar. Filmin tamamında kendini dine adamış adamlar, kadınlar görüyorsunuz. Özel hayatlarında da bu görüşe sahip, bu felsefeyi benimsemişler diye düşünüyorsunuz filmi izlerken. Gel gör ki uzaktan yakından alakaları yok. Bu da ne kadar gerçekçi oynadıklarına dair birer delil olabilir.

Oscar' a yollamak üzere seçtikleri diğer adayların nasıl olduğunu bilmiyorum ama İsrail sinemasının eli yüzü gayet muntazam işler çıkarması ve Oscar adayı filminin kalitesi "ilerleyen günlerde sizlere daha da güzel filmler izleteceğiz." der gibi. Bakalım, izleyip göreceğiz...

10 Şubat 2013 Pazar

Liebster Blog Ödülü


Efendim Liebster Blog Ödülü diye bir şeyin varlığından haberdar bile değildim. Her türlü sosyal mecrada takip ettiğim insan Mshn' in yazdığı yorum ve postu okuyana kadar. Nedir bu ödül diye az bir bakındığım zaman gördüğüm ve anladığım kadarıyla çok talep görmeyen, kuytu köşede sıkışmış bloglara bir nevi tanınma şansı, takipçi sayısı artırma şansı veriliyor. Ee nasıl oluyor peki ödül alım- satım işlemleri. Bakalım;

Ödülü veren blog sahibi 11 adet soru yöneltiyor sizlere. Bu sorulara ister içten ister dıştan gönlünüzden nasıl kopar ise öyle cevap veriyorsunuz. Daha sonra ise kendinize ait 11 soru hazırlıyor ve hakkettiğini düşündüğünüz 11 blog sahibine iletiyorsunuz. Bir nevi hem ödül sahibi oluyor hem de ödül veren oluyorsunuz. Ufak bir ayrıntı daha var. Bu soru-cevap ilerleyen kısıma bide 11 adet kendinizle ilgili gerçekten, kirli- temiz ne varsa elinizde o çamaşırları dökmenizi istiyorlar. 11 adetçik sadece.. ( 11 merakını anlamadım ya hadi bakalım.)

Madem öyle lafı uzatmadan başlayayım çamaşırlarımı ulu orta sermeye..

  1. İşsiz bir öğretmenim. Anneannemin dediği gibi "hükümet onaysız" öğretmen. 
  2. Deli gibi araştırmayı, yeni bişeyler keşfetmeyi, dinlemeyi, izlemeyi severim.
  3. Eski olan her şeyi seviyorum. Eşyalarla gereksiz bir ilişki içine girip, onlara bağlanıyorum. Misal sevdiğim bir ayakkabının yırtık olması onu atacağım anlamına asla gelmez. Aksine seve seve giymeye devam ederim.
  4. Gereksiz şekilde inatçıyım.
  5. Kendi çapımda bişeyler çiziyorum. Eğitimini almak isterim ama al şunu çiz dediklerini çizmem. Yağlı boyayı ellerime döküp bir resim yapmadan ölmek istemiyorum.
  6. Kitap, film, albüm, boya almak, sinemaya gitmek bide yemek için para kazanmak istiyorum o kadar. O kadarına yetecek kadar verin, gerisi sizin olsun.
  7. Çok yanlış bir zamanda doğduğuma eminim. Bu zamanın insanı değilim, olamıyorum. 
  8. Çok mutlu, cıvıl cıvıl olan, "yeni bir gün yuppi" diyen insanları gerçekçi bulmuyorum. 
  9. "-de, -da" eki içeren bir cümle yazdığım zaman en az on kere siler, bir daha yazar gene siler gene yazarım. Acaba doğru mu diye bin kere düşünen biriyim. 
  10. Facebook hesabım yok. 
  11. Ben şöyleyim, böyleyim, şu konuda iyiyim, bana bakın demeyi sevmem. Kendim hakkında konuşmayı sevmem. Sırf bu mim için yapıyorum dahası yok :)
Şimdi gelelim Mshn in sorularına...

  1. En sevdiğiniz sanat dalı nedir?   "En" olarak sınırlandırmak mümkün değil aslında ama müziksiz yapamam. 
  2. Bir evde olmazsa olmaz diyeceğiniz eşya nedir?  Yatak
  3. Çikolata sever misiniz? Hayır diyorsanız inanmadığımı belirterek devam ediyorum; bitter mi yoksa ne(li)?   Bayılırım. Her çeşidine tavım.  Gerçekten çikolata tadı aldığım her türlüsüne varım. Karamel candır yalnız.
  4. Bir enstrüman çalabiliyor musunuz? Çalabiliyorsanız hangisi? Çalamıyorsanız boşverin, ben de çalamıyorum. :)   Yok çalmıyorum. Keman öğrenmek istiyorum elimde de var ama şu an için her gün ben ona bakıyorum o da bana.
  5. Misafirliğe gitmekten ya da size misafir gelmesinden hoşlanır mısınız?   İkisini de severim. Ama sık olmadığı sürece. Arada gelip gidelim kafi.
  6. Daha önce hayatta yapmam dediğiniz bir şeyi yaptığınız oldu mu?   Ohhhoo olmaz mı! Gani gani! Büyük konuşmayacaksın hiçbir zaman. 
  7. Issız bir adaya düşseniz yanınıza kesinlikle almayacağınız tek şey ne olurdu?  Telefon.
  8. Hayatınız film olarak çekilecek olsa başrolü kim oynasın istersiniz? Ünlü biri olmak zorunda değil, demek istediğim siz hariç tanıdığınız herhangi birisi; ama kim?  Valla bilemedim şimdi. Sima olarak Bergüzar Korel' e benzetiyorlar her ne kadar ben benzetemesem de onu oynatırız herhalde. Benim isteğime bağlı olacaksa da benim filmimi çekmesinler, fena sıkıcı olur. 
  9. On yıl sonra tahminen bugünün ya da bugünlerin en çok neyini özleyeceksiniz?  Hiçbir şeyini. Hele şu an bu cümleyi yazdığım günün hiçbir şeyini özlemem. 
  10. Gördüğünüz, duyduğunuz ya da bir şekilde şahit olduğunuz ama ben bunu birine anlatacak olsam kimse inanmaz dediğiniz bir şey oldu mu? Ohhoo olmaz mı :D  Öğrenciyken çalıştığım eczanede geçen olayı kime anlatsam inanmadı. Anlatmayayım şimdi inanmazsınız :)
  11. Pazartesi sabahı erken kalkacak olmak mı daha kötü, hafta sonunu bomboş geçirmiş olmak mı?   Hafta sonunu bomboş geçirmek kesinlikle. Erken kalkmaymış, uykusuz kalmakmış hiç sorun değil benim için. 

Ödülü verdiğim siz değerli insanların cevaplamasını istediğim sorular ise:

  1. Ölmeden önce mutlaka izleyin be dediğin dizi?
  2. Ölmeden önce mutlaka dinleyin be dediğin albüm?
  3. Ölmeden önce mutlaka izleyin be dediğin film?
  4. Ölmeden önce mutlaka okuyun be dediğin kitap?
  5. Ölmeden önce mutlaka tanıyın be dediğin yazar?
  6. Ölmeden önce mutlaka tüm filmlerini izlemen gerek dediğin yönetmen?
  7. Ölmeden önce mutlaka tüm filmlerini izlemen gerek dediğin oyuncu?
  8. A) Oscar  B) Altın Küre  C) Emmy  D) Hiçbiri
  9. Pozitif düşün her şey yoluna girer. Neyi çekersen onu bulursun. Secret olayına inanmıyorsun değil mi?
  10. Bu mim olayından pek memnun değilsin değil mi?
  11. Nasılsın? İyi misin? Sağlığın nasıl? Umarım iyidir. 

Takip ettiğim blogların çoğuyla iletişimim yok açıkçası. Ben görevim olarak birkaç kişiye paslarım ödülü kim asistimi görür gol atar bilemem.. Konseptlerinden çıkıp bu postu yayınlar mı bilemedim ama takipçi sayılarının mutlaka daha çok olması gerektiğini düşündüğüm kim varsa yazıyorum buraya. Ayrıca bu tür durumlarda izin alınıp mı buraya link verilir onu da bilmiyorum. Eğer ki bir sorun olursa şimdiden affınızı ister, rahatsızlığı her türlü iletmenizi bilhassa isterim. 

31 Ocak 2013 Perşembe

Hikayem Paramparça


Erken Kaybedenler ile kalemini sadece macera- polisiye türünde kullanmadığını net bir şekilde okuyucularına kanıtlayan Emrah Serbes' ten yeni bir güzellik daha, Hikayem Paramparça..

Alper Canıgüz, Hakan Bıçakçı, Murat Uyurkulak ve nice yazarların oluşturduğu birliktelik Afili Filintalarda yazan Emrah Serbes sitede yayınladığı 89 madde içerisinden bir seçki hazırlamış. 68 maddeden oluşan bu seçkinin yanına bide " Galip İşhanı" öyküsünü eklemiş. Tüm bunlar sonucu oluşan bir kitap Hikayem Paramparça. Bu 68 maddenin kimisi sadece bir cümleye sığmış büyük bir ders kimisi de en fazla üç sayfaya yayılmış kısa ama anlamlı hikayeler.. Bu maddelerin çoğuna " evet, evet, lanet olsun ki haklı, ne de güzel söylemiş.." diyecek, bunları mırıldanarak sayfaları çevireceksiniz. Her insan bu kitaptan aynı tadı, aynı dersi almayacak elbette lakin illa ki bişeyler alacak. Bu kitabın son sayfasını okuyup, kapağını kapattığında kendini düşünürken bulacaksın. Derin düşüncelere dalacaksın. Lakin dediğim gibi kimisi bu düşüncelerden dersini alıp yazacak bir köşeye kimisi de "vay ne de yazmış, yardırmış gene koçum benim" deyip iki üç hikayedeki komik satırlara takılı kalacak..

"Afili Filintalar bölümünde olan o maddeleri netten okuruz, kitaba ne gerek var? " bu sorunun tek cevabı Galip İşhanı olacaktır. Kitabın son bölümünü oluşturan bu hikaye başlı başına bir kitap olacak türden. Paramparça olan asıl bu hikaye. Yenik Galip' in hikayesi. Galip' in arkadaşının hikayesi. Aslında hepimizin, her türlü canı yanmışların hikayesi.. Evet o maddeleri siteye girip "Emrah Serbes" etiketini tıklayarak da okuyabilirsiniz fakat bu hikayeyi okuyamazsınız. Ama bu hikaye okunmalı.. Okunmalı. Galip' e üzülmeli. Ona üzülürken aslında kime üzüldüğünü anlayacaksın. Arkadaşına üzülmeli. Ona üzülürken de aslında kime üzüldüğünü anlayacaksın.. İçeriden, içimizden bir hikaye Galip' in hikayesi..


"Tanrı zaten affeder, konsepti bu, bağışlayıcı olmak. Ama güçsüz olanın konsepti bu değil, onun elinde tek silah var, affetmemek." 

"Gören bir adamı herkes yumruklayabilir. Esas cesaret körü yumruklayabilmekte. Bir kör yumruk yediğinde bunu karanlığın içinden gelen bir mesaj olarak algılar çünkü, kader gibi, gerçek hayatın sillesi gibi. Niçin yazıyorum? Şuurumdaki kör bölgeler için..."
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...