28 Nisan 2012 Cumartesi

L

Festivalde izlediğim bir diğer kötü film olan L,günümüzün en iyi on Yunanlı yönetmeninden biri olarak görülen Babis Makridis’in ilk uzun metrajlı filmiymiş...


40 yaşında olduğunu bir diyalog içerisinde öğrendiğimiz adam arabasında yaşamını sürdürüyor. Sabah kalktığında ilk işi bir arı çiftliğine gidip çevrenin en iyi balı olduğunu söyleyen birinden bal alıp,kafayı balla-çevrenin en iyi balıyla- bozmuş patronuna götürmek. Daha sonra periyodik olarak bir gün arkadaşını yoldan alıp diğer gün de bir parkta eşi ve çocuklarıyla buluşup arabanın içerisinde hasret gideriyor..Gününün tamamı bu şekilde aşırı yoğun bir tempoyla geçiyor..Gece olduğunda ayakkabılarını arabasının dışına çıkarıp şoför koltuğunu geriye bile yaslamadan uykuya dalıyor...Patronu ondan daha hızlı bir şoför bulunca onu işten kovuyor..Bunun yüzünden girdiği bunalımdan sonra bir gün motosiklete geçmek zorunda kalıyor..Zorunda kalıyor dedik;bir grup motosikletçi zorla arabasından çıkarıp,arabasını paramparça edip yerleştiriyorlar...Birkaç gün motosikletle hayatını devam ettiriyor..Ama motosikletle olan hayatı arabadaki gibi kolay olmuyor tabii ki...Onu da bırakıyor..Film sonunda da kendini bir gemi içerisinde buluyor...


Filmin ne anlatmak istediğini,nasıl bir felsefe yaptığını, senaristin ve yönetmenin seyircide nasıl bir etki uyandırmak istediğini anlayamadığım bir film...Yukarıda yazdıklarımın bir anlama girmemesi,neden bahsettiğimi anlamamanız inanın ki benden kaynaklı değil..Buradan sesleniyorum..Bu filmi izleyen biri denk gelirse buralara bana bu filmden anlamam gereken neydi,ne anlatıyordu bana söylesin...
Kısa bir post çıkarmaya çalışmadım ama bu filme denilecek başka bişey gelmiyor..Geliyor da blogu kirletmemem yönünde önemli bir tavsiye aldım. Ona uymalıyım...


Berbat,anlamsız,saçmalık..

22 Nisan 2012 Pazar

Portret v Sumer Kakh

2011 Rusya yapımı Alacakaranlığın Portresi seyirciye göstermek istediği ve keşfettirmeye çalıştığı duygu her neyse onu gerek çekimleriyle gerek oyunculuklarıyla yansıtamayan vasat bir film..
-DİKKAT:Tüm filmi anlatacağım-
Film başladı...
Marina görüntüde güzel bir işi,evi,kocası olan zengin bir hatun. Yediği önünde yemediği arkasında...Kocasını onun iş arkadaşıyla çok rahat bir şekilde aldatıyor. Yalnız kadın ondan da mutlu değil. Tatmin olamıyor kadın. Buluştukları evi beğenmiyor,adamın hareketlerini beğenmiyor. Gene bir buluşma sonrası taksi bulamadığı için yayan yoluna devam ederken aksilikler zinciri Sevgili Marina'yı buluyor. İlk önce topuğu kırılıyor. Bunu nasıl büyük bir sorun haline getiriyor sormayın. Tek bir ayakkabının topuğu kadını hayattan soğutuyor resmen. Girdiği şekiller görülmeye değ(mez)er.. Gündüz vakti topuğu kırılan Marina'nın bir arpa boyu yol alması geceyi bulur. Üstüne çantası çalınır,yardım istediği restorandakiler tuhaf davranır falan falan...Gece karanlığında güzel giyinimli bayanın dikkatini üç polis arkadaş çeker. Ee tabii polislerimizin kişiliklerini film başında öğrendik zaten. Kendileri yalnız bir bayan görmeye dursunlar hemen hallediyorlar işlerini..Marina içinde aynı şey geçerli..Ama gelin görün ki bu zamana kadar polisler kimsenin başını örtmeden işlerini hallediyorken Marina'nın başı örtülüyor,polisler kadının suratını "Gece Karanlığında" görmüyorlar..Hiç..Bu talihsiz olay sonunda ablamız yıkılmaz..O güçlü bir kadındır çünkü..Kocasına bile belli etmez..Ama Marina'nın içini değiştirir bu olay..Hayata farklı bakmasını sağlar..Alın size "Alacakaranlık" diyor senarist burada. Yardım istediği restorana abone olur,inadına hergün o restorana gitmeye başlar..Gittiği bir gün bir de ne görsün..Tecavüze uğradığı polisler karşısında.. Polislerden biri ayyaş kafayla çıkıyor dışarı,Marina alıyor onu takibe elinde bir şarap şişesi öldürecek polisi..Takip ediyor..Ayrıca belirtelim;Ruslarda şöyle bir adet var. Yoldan geçen istediğiniz arabayı durdurup- "taksi" olmasına gerek yok-,"paranı vereceğim şuraya götür" diyorsunuz götürüyor. Arabalara bir el etmeniz yeter direk duruyorlar. Devam edelim; takip adamın evinin asansörüne kadar devam ediyor. Marina elindeki şişeyi kırıp giriyor asansöre bekliyoruz ki kesecek boynunu..Beklenen tabii ki olmuyor. Marina elindeki şişeyi bırakıp polisin pantolon kemerini sökmeye başlıyor. Asansör geceleri rutin bir hale bağlanıyor. Kadın sevgilisinin bulduğu evlere pis diye laf söylerken bu evin halinin bok götürmesi onun için hiçbir sorun olmuyor ve eve girdiği gibi bir daha çıkmak bilmiyor. Adam kovuyor geri dönüyor..Seks sırasında sürekli "seni seviyorum" diyor kadın dövüyor erkek..Marina aşık oluyor tecavüzcüsüne.. Kalburüstü hayatını, bu zamana kadar bütünleştiği tüm değerleri bırakıyor..Sonra kocasına dönmek zorunda olan Marina hava alanına bırakılıyor. Polis gitmiyor kadını izliyor. Karısını almaya gelen kocasına gözükmüyor Marina ve yollara düşüyor arkasında polis..
Film bitti...

Anlamsız,hiçbir şey anlatmayan,"bakın biz de film çekiyoruz" demek için çekilmiş üstüne bir de ödüller almış film..İzlemeyin..

Kötü

20 Nisan 2012 Cuma

Polisse


 Polisse, ilk dakikalarda diyalogların ve çekimlerin hızı sebebiyle "Hadi bakalım..Nasıl bir filme geldim?" dedirten ama sonra  filmin şok edici sonu gelene kadar zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığım hızda sürükleyici bir film.. Film başladıktan 10 dakika sonra ya çekimler yavaşladı ya da ben kendimi filme kaptırdım orası bilinmez..(Bilinir aslında çünkü filmin temposunda son sahneye kadar hiçbir eksilme olmuyor.) Şu var ki 127 dakika boyunca hiç sıkılmadım(belli yerler hariç)Festivaldeki diğer  filmlerde en az iki kere saate baktığımı düşünürsek bu bayağı iyi bir sonuç...

Polis,Paris Çocuk Koruma Birimi'nde çalışan bir grup polisin hem şehirdeki çocuklara karşı gerçekleşen her türlü durumla( pedofili, taciz, zorla alıkoyma, küçük yaşta evlendirme, sokakta kalma vb.) mücadelelerini hem de kendi özel hayatlarındaki dertleriyle boğuşmalarını içten diyaloglarla, çok tadında esprilerle ve aksiyonla bizlere sunuyor..Filmin yönetmen ve senaryo koltuğundaki isim Maiween. Kendisi tabii ki filmde de var. Gönül çok istedi olmasın ama her kareden çıktı maalesef..Valla ne yalan söyleyeyim kadın bana hayli itici geldi..Seksi,güzel bulanlar elbette vardır-görüşlerine saygım sonsuz- ama koca ağzını sinema perdesinde sürekli görmek hiç hoş değildi...Maiween'in canlandırdığı karakter eski sevgili torpiliyle Koruma Birimi'yle operasyonlara katılıp fotoğraf çekmeye başlıyor.. Tabii ki gerisi geliyor ve birimde ön planda olan elemanla yakınlaşıyorlar..Filmdeki tek sıkıcı kısım bu yakınlaşmaların gösterildiği yerler..

2011 Cannes Jüri Ödüllü film, insanlığın çirkin gerçeği baba,amca,dede fark etmeden uygulanan çocuk tacizini tüm gerçekliğiyle vurucu bir şekilde ele alıyor...Diyaloglar,espriler,oyunculuklar ve çok fazla olmasa da olduğu kadar filmde geçen müzikler iyiydi..Polis yerinde dram,aksiyon ve mizah içeren herkesin izlemesi gerektiğini düşündüğüm bir film olmuş..

Çok iyi...

15 Nisan 2012 Pazar

Göz

 Defterimi her açtığımda iki dakika deliksiz baktığım ve ne anlatmaya çalıştığını bilemediğim tek bir göz...  Bana bişeyler anlatmaya çalıştığı belli ama ne? Ona her baktığımda farklı anlamlar,farklı yüzler beliriyor kafamda. Yoksa size öyle bakmıyor mu? Bilmiyorum belki de ben abartıyorum.. Evet, kesin abartıyorum.. Niye mi? Çünkü ona bakarken benim aklıma çizilirken yaşananlar, sarf edilen sözler geliyor. Bakan tek bir gözün aslında neler söylemeye çalıştığını -bağırdığını- sadece benim bilmem gerek sevgili okur senin değil..

10 Nisan 2012 Salı

Hani Biz...

Şarkıyı dinlenebilir hale getiren nedir? Ön plana çıkması gereken unsur nedir? Müzik mi yoksa sözler mi?  İkisi de önemlidir... Bir şarkıda beni kalbimden vuran ilk sözler olur her zaman( sözsüz müzik sevmiyorum mu elbette seviyorum..). Bendeniz bazı şarkılarda sözleri sevmişsem müziğe odaklanamıyor hale geliyorum. Aynı şarkıyı başa alıp alıp dururken kulağıma alışmış müzik yerini sadece sözlere bırakıyor. Günümüzde sevgilimizi kolumuza takıp bebekte üç beş tur atıp,olmadı bir de sinema yapıyorken, sözleriyle her şeyi anlatabilen,içimize işleyen şarkıları cımbız ile çeker hale gelmiş iken müziği şahsen pek önemseyemiyorum.

Arabesk-oryantal-rock müziğin ne olduğu evet belli olmamış, Manga ve Yıldız Tilbe evet ne alaka olmuş, aradaki "bağırış" bölümü evet uzun olmuş. Gel gelelim; müzik kulak tırmalamamış, sesler çok yakışmış...Üstüne sözler öyle gerçekmiş ki... Kurcalamaya hiç mi hiç gerek kalmamış be sevgili okur...



İstersen ağla istersen bağır

Döndürebilsek bile zamanı geriye

Aşk bitmiş be aşk pas tutmuş hazlar

Yarınsız dünlerle nereye kadar

2 Nisan 2012 Pazartesi

Aylak Adam


"Kinyas ve Kayra"yı  okurken bu kitap bitince okuyacaklarımın sırası belli-tüm Hakan Günday kitapları-derken, o beyinden çıkan yazıları bir çırpıda bitirmemeye,sindire sindire devam etmeye karar verdim. Bu kararın ardından elime geçen ilk kitap Aylak Adam oldu.

Aylak Adam,Yusuf Atılgan'ın 1939 yılında basılan ilk kitabı.Bu zamana kadar 26 kez baskıya girmiş olan kitap, "doğru"yu arama çabası,yalnızlık,çevreden kendini soyutlama olgularını çok gerçekçi tespitlerle aktarmayı başarırken, yazılışında kullanılan dilin akıcılığı ve detaylı betimlemeler okuru kendi dünyasına rahatlıkla çekebiliyor.

Kitap, ne işle meşgul olduğu sorulduğunda  "Aylağım ben.." cevabını veren,herkese ve her şeye karşı, hiçbir şey beğenmeyen,hiçbir şeye tutunamayan adam C.'nin kendini uğruna adayabileceği doğru kadını bulma uğraşını anlatıyor. Bu uğraşı mevsimlere bölerek anlatan Yusuf Atılgan'nın insanlar ve hayat ile ilgili tespitleri altları kalın çizgilerle çizilecek cinsten. C.'nin iç sesi her konuştuğunda "Evet,evet gerçekten de öyle..",       " Ben de içimden aynılarını geçiriyorum.." dedirttiriyor..Yapılan sosyolojik tespitler o kadar yerinde..Bu tespitlerin nicelerini ve en iyilerini Kürk Mantolu Madonna'da okumak mümkün. Zaten Sabahattin Ali ve Yusuf Atılgan modern Türk edebiyatında psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık konularını başarıyla işleyen önde gelen ustalardan..

Kendisi başka birçok kitapla bir tutulmuş ve bir kısım tarafından hiç beğenilmemiş olan Aylak Adam gayet yerinde tespitleriyle tatmin edici,etkiliyici bir kitap..Kolaylıkla okunabilen dili ve sayfa sayısının az olması sebebiyle iki günde bitiyor. Çoğu yorumda gördüğüm Kürk Mantolu Madonna'nın Aylak Adam'dan sonra okunması yönünde..Lakin ben sizlere tam tersini yapmanızı hatta araya başka temalı bir kitap sıkıştırmanızı tavsiye edeceğim..Eğer ki art arda istenilen sırayla okunursa, iki kitap arasında kıyaslanmaya gidilecek ve kitapların eksikleri bulunmaya çalışılırken tüm güzellikleri arada kaynayacak..Sabahattin Ali'nin yazdıklarının yanında bu kitabın hissettirdikleri biraz eksik ki ikisinde de işlenen öykü ve karakterlerin yapıları çok farklı...O yüzden Kürk Mantolu Madonna'yı okumayan varsa listenin ilk sırasına bu kitabı alın derim..

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...